BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ'NDE YAŞAMAK NASIL BİR ŞEYDİR? HOW IS LIFE IN U.A.E ?

Salı, Temmuz 27, 2010

ilk Dubai gezimiz

bu yazı kendiliğinden silindi.. neden anladım.. bir kaç hata uyarısı arkasından bomboş bir sayfa açtı. tekrardan aynı şekilde yazmam imkansız.. küstüm.
önümüzdeki bloglara bakalım...

Çarşamba, Temmuz 21, 2010

shopping zor! işte kanıtlar..


Alışveriş zor zanaat.. Buraya geldiğimizden beri birçok kere doğru aldığımı sanarak eve yanlış, gereksiz malzemelerle döndüm. Artık akıllanıyorum akıllanmasına da bu sefer de alışveriş süreleri gittikçe uzuyor. Önceden haftada bir yaptığımız market alışverişini artık iki haftada bire düşürdüm. Çünkü markete girmekte çıkmakta ayrı bir mesai istiyor, 3 limon alacağım çıkacağım olmuyor malesef. Alanlar geniş, çeşitler çok ve hepsi de al beni, al beni, incele beni diyorlar.. 
Carrefour yakın olsa da bir Hint markası olan LuLu supermarket'in fiyatları daha uygun ve bize hitap eden çeşitleri daha çok. Hem de Mall'un içinde olduğu için yemek, gezme, alışveriş birarada oluyor. 
Gelelim ilk başlarda boş boş baktığım ama artık gözlerimin aşinalık kazandığı market görüntülerine.. Herşeyden yüz milyon tane olan reyonlara.. 
Aslında daha çok fotoğraflanacak detaylar var ama maalesef  'No Photo, No Eat, No Smoke' alandan ancak bunları telefon sayesinde elde edebildim.


Binlerce Patates.. Sağa doğru anlamsızlaşıyor, sola doğru kötüleşiyorlar. En iyi mantık tanıdık gelenlere yönelmek, ortası candır.

Patlıcan ailesi. Ailemizin en sevdiği ve en çok tükettiği sebzedir kendileri. ne çeşit aramıştınız? Büyük, Küçük, Uzun, Düz, Beyaz... Ama burada tanıdık gelen mantığı işlemiyor çünkü onlar hep kötü durumdalar. Şu big, tombik olanları tercih ediyorum ama alıştığımız tat yok, çok çekirdekli ve acılar.

Merak eden isimlerini araştırsın. Tadına bakmak bir tarafa ellemeye bile korktuğumuz bir sürü meyve. Tabi ki çoğu 'from India'







Fasulyecikler.. Henüz cesaret edip test etmeye başlamadık, zamanla o da olacak inşallah.. :)

Zencefil, Yer fıstığı vs. vs. bu kahverengi reyonlar pek bana göre değil.

Carrefour'da da öyleydi burada da aynı; Limonlar hep Türkiye'den. Yurdumun kasa kasa limonları nasıl da güzel gözüküyorlar.

Bir çeşit; her çeşit 'Pickle' reyonu. Aklına gelebilecek herşeyin ezmesi, turşusu..

Ve haftalardır aradığım biber salçasını; en yakın olan şeyi buluyorum. Evet tam olarak istediğim şey değil ve muhtemelen oldukça da acı ama buna da şükür :) Kahvaltıda çemen keyfi bizi bekler..

Binlerce mayonez. Knorr'un 'red chili mayonnaise' i super!

5 çeşit mercimek! Turuncunun bütün tonları mevcut.

Ve işte 'al beni' reyonlarından biri. Karşı tarafı da bu yoğunlukta devam ediyor. Cipslerin gücü adınaaa!!..

Evimize gelmeyi başarmış bu haftanın şanslı India chipsi. Geçen hafta denediğimizi çok beğenmemiştik bu haftaki 'Muz cipsi'. Adı bile mide bulandırıyor aslında ama yeni tatlar denemekte ısrarcıyım. 
İçindekiler : Muz, Zerdeçal tozu, Tuz ve Hurma Yağı.
Kötü değil ama gerekli de değil.. :)

living in the United Arab Emirates

Çarşamba, Temmuz 14, 2010

anlatılması gereken kareler


ev yolumuz.. ana caddeye 3-5 dakikada çıkabiliyoruz. tabi bu sıcağın yoğunluğuna göre değişiyor. sıcak arttıkça varış hızı düşüyor. :)
evimiz.. yoksa konağımız mı demeliydim? tabi bunun sadece iki odası bizim. bu binaların tamamına sahip olanları ve kapılarında yatan arabaları da daha sonra fotoğaflayacağım.

taksimetre.. şöförünüzün fotoğrafını görebileceğiniz, gündüz mü gece mi açılmış görebileceğiniz, yolun sonunda tutarı sesli de söyleyen, 80 km. nin üzerine çıkıldığında yine bir uyarı yazısı gösterip sesli uyarı da yapan bir sistem bu. ama tabi benim çok sevdiğim hatta gelinlikle bile Taksim-Kemancı çıkışında yaptığım gibi "abi gündüz açar mısın?" sistemini uygulayamıyorsunuz..
Bu da taksi tarifesi. Yolcu koltuklarının camına yapıştırılmış. Görüleceği gibi maalesef gece tarifesinin başlangıç saati 10 pm.

Mango, Al Wahda Mall. Sanırım dünyanın neresinde olursa olsun en kalabalık mağaza hep Mango olacak. Indirim olsa da olmasa da farketmiyor. Ama hala bodylerin başına tezgaha toplaşmış Hintli ve Arap kadınlarının görüntüsüne alışamadım. La Senza'da durum daha da komikleşiyor, o ayrı..



Corn tutacağı. Bu alete verdiğim isim bu. Al Wahda Mall'da Türkiye'de görmediğim 'Stokes' diye bir mağaza.  İçeriye girdğinizde çıkasınız gelmiyor. Ve işte görebileceğiniz acayip şeylerden biri; Mısır servis etmek için yanında takılıp çıkartılabilen tutaçları olan bir tabak. Belki benim bu blogumdan sonra işportalara düşer ;)

Ve işte Al Wahda Mall'un önünde taksi sırasındayız. En sevdiğimiz Mall bu oldu. Hem evimize yakın hem içinde diğerlerine göre fiyatları daha uygun olan 'LuLu' market var hem de onun dışında işimize yarayacak çoğu şeyi orada buluyoruz.


Pazar, Temmuz 11, 2010

cuma deneyimleri

17 Haziran 2010 Perşembe

Artık haftada bir yazmaya başladım sanırım. Aslında daha önceden yazmayı planlamıştım ama nedense fırsat olmuyor hiç. Sanki işe gidiyorum dimi? :) yeniden bir nadas dönemindeyim. Tabi ben bunu nadas diye tanımlamak istiyorum belki de değildir, belki de sadece bir boşluktur, kocaman bir boşluk..

Geçtiğimiz Cuma günü Abudhabi Mall’a gittik. Tabi ki yine erken gittiğimiz için çoğu mağaza açılmamıştı. Bana göre bir tatil günü için çok normal bir saat olmasına rağmen burası için öğle saatleri bomboş sokaklar ve mağazalar demek. Abudhabi mall’u çok beğenmedim. Basık tavanlı ve hiç keyifli değil. İstanbul’da ki Astoria benzeri. Gezecek çok mağaza olmadığı için de içindeki markete girdik. Broşürlerinden Carrefour’dan daha ucuz bir yer gibi anlaşılıyordu, gerçekten de öyleymiş. İsmi ‘Abu Dhabi Co-Operative Society’. Kahve makinası ve ütümüzü buradan aldık. Elektronik bölümü bizim Eminönü’nü andırıyordu.

ve gün içinden birkaç fotoğraf;

Şeyh Zayed bin Sultan Al Nahyan (Arapça: زايد بن سلطان آل نهيان‎)‎, (1918 — 2 Kasım 2004),Birleşik Arap Emirlikleri’nin kurucusu ve 1971-2004 yılları arasında devlet başkanı, Abu Dhabi hükümdarı. 
Belki ilerleyen zamanlarda Zayed'den daha çok söz edebilirim.. Burası için çok büyük şeyler başarmış ve her yerde bu büyüklükte posterlerini görmek mümkün. 


Abu Dhabi mall'un içindeki bir kafede mağazaların açılmasını beklerken birer kahve içtik. Burası da o cafeden gördüğümüz manzara. 


Hemen önümüzde görünen 'Beach Rotana'. Tabi hava sıcaklığı nedeniyle denize girmek mümkün değil, havuzda az da olsa durabilirseniz şanlısınız. Zira bu saatlerde dışarıda nefes almak bile çok zor.



10 Haziran Perşembe

15:47
Neredeyse bir hafta daha bitti bile. Bu gece dışarı çıkmayacağız, zaten çıkamayız da çünkü evimizde bitmek bilmeyen sorunların son halkası bulaşık makinamızdı, bir ısıtma sorunu var ve depodan yenisini gönderecekler. Bunun için bu akşam evde beklememiz gerekiyor. Ama yarın AbuDhabi Mall'a gitmeyi planlıyoruz. Günlerim evde geçiyor, yemek yap-temizlik yap rutinine bağlamış bulunuyorum. Evet çok sıkıcı! Ne zaman çalışmaya başlayacağım bilmiyorum, evdeki sorunların geçmesini beklediğim gibi işe başlamak için doğru zamanın gelmesini bekliyorum sanırım.



8 Haziran Salı

17:57
Sıfırdan bir ev kurmanın dertleri bitmek bilmiyor.. eksikler azalmıyor, sorunlar ise birbirleriyle yarışıyor. bu sabah banyonun tavanından akan su sesiyle uyandım. tek bir yağmur damlası bile olmayan bu memlekette hem de ara katta tavan akması gerçekten traji komik bir olay olsa gerek. ama ondan önce aradan geçen bu süre zarfında neler yaptığımızı anlatmak istiyorum.

Ben sanırım ilkokul zamanlarında başlamıştım günlük tutmaya. 3-4 sene öncesine kadar da düzenli yazardım, bir ajanda bitince koşa koşa ötekini alırdım. Ortaokul, lise, üniversite hep birer ajandalara sığdı. ama hiç bir zaman günü gününe anlatmadım olayları. Bence ismi günlük diye her gün yazılması gerekmiyor. önemli olan, olayları doğru duygularla ve doğru şekilde anlatabilmek. hatta bazen sıcağı sıcağına anlatılan duygular gerçeği yansıtmayabiliyor. nasıl her önemli karar öncesi bir gece beklemek gerekiyorsa günlüğe yazmadan önce de gerçek yorumları beklemek gerekiyor, bayatlamasına da izin vermeden..

Geçtiğimiz perşembe gecesi söylediğim gibi bir bara gittik. merkezde Novotel'in Rock barı. Ama ki ne rock ! kapıdan ilk girdiğimiz andan itibaren Tarlabaşın'da bir pavyona gelmiş gibiydik. kapıdan başlayarak içeride de ayakta bekleyen flipinli hepsi birbirinden ucube kıyafetli kadınlar, arap güvenlik görevlileri, masalarda toplaşmış karışık milletlerden yığınla erkek ve çok berbat bir kareografiyle dans edip şarkı söyleyen 5 bayandan oluşan bir grup, he bir de arada şarkı söyleyip ama çoğunlukla dj kabininde duran elaman var. Arkada bir Ibanezli gitarist ve bir baterist. Bir kere ara verildi. O arada da pistte hani şu yazlık yerlerde gece bir saatten sonra çoğalan amele tayfası gibi tipler toplaşıp dans etmeye başladı. işin ilginç yanı az önce dans eden kızlar da bu arayı fırsat bilip üstlerini değiştirip piste dans etmeye gelmişlerdi, aradan sonra hayret edilecek bir hızla tekrar sahne kıyafetleriyle geri döndüler. Amerikalı ya da Ingiliz olabilir bir kaç tane de belli ki pazarlık yapmaya gelmiş avrupalı orta yaşlı adam vardı. Biz ise parıl parıl parlıyorduk. Elinde 20 dirheme aldıkları şişe biralarıyla sadece müzik dinlemek isteyen, sahnenin önündeki kolona dayanmış duran ve kendi aralarında şakalaşan bir çift. Ne olduğumuzu tam anlayamamış olabilirler. İkimiz yan yana olduğumuz için etrafla dalga geçip güldük ama keyif anlamında hiç tat yoktu. dönen renkli top ışıklar, loş ortam, buram buram sigara kokusu ve uzaylı görmüş gibi bakan insanlar.. Gerçekten beklediğim şey değildi. Gecenin esprisi ise kendimi "barın en güzel kızı" olarak tanımlamamdı, bu zamana kadar barın en güzel kızı hiç olmamış gibiydim :))













Arada tuvalete gittik ve çıktığım anda üstüme çevrilmiş şaşkın ifadeli bakışlar, heriflerin yüzlerindeki o tarif edemeyeceğim mimikler zaten doğuştan komik olan yüzlerini daha da saçma sapan bir hale sokmuştu. Tabi ki gülemedim :) başımı öne eğip "aman şimdi başımıza bir iş almayalım" diye kendimi hemen Efo'nun yanına attım. Ahh sarışın renkli gözlü bir insan görmek herhalde hiç bu kadar istememiştim.. Gülsem mi ağlasam mı bilemediğim zamanlar.. 2. yarıyla birlikte istekleri çalmaya ve sahneden doğum günü kutlamaları yapmaya başladılar. istekleri de taverna usulü peçeteye yazıp gönderiyorlardı. Biz 'Rock Bar' diye gelmiştik ama?!?.. ahh benim Beyoğlum, neredesin?..

Taksiyle gidip döndük, gidiş-dönüş yaklaşık 35 Dirhem verdik. Eve geldiğimizde kulaklarım deli gibi çınlıyordu, bu vasat bile olmayan deneyimimizden sonra bir kaç türkü ile ufak çaplı bir arınma seansı yaptık.
Cuma sabahı yani tek tatil gününde Efo'nun ilk istediği şey olan çok özlediği yumurtalı ekmek ile kahvaltı yaptık ve ardından kendimizi Marina Mall'daki Ikea'ya attık. Saat 11 olmasına rağmen avm neredeyse boştu ve mağazalar yavaş yavaş açılıyordu. Yolumuzun üstünde ilk gördüğüm marka Stradivarius olunca kendimi hemen içeriye attım. Ama fiyatlar beklediğim gibi değildi. Neredeyse Türkiye ile hemen hemen aynı fiyatları gördüm. Belki 5-10 TL bişi daha aşağıda olabilir. Buraya gelmeden önce kurduğum ucuz kıyafet alma hayalleri ise suya düşmüş oldu. Nerede benim Terkos pasajım ?!?..

Ikea'da da durum farklı değil. Sanki eline al bir hesap makinesi tek tek kurları çevir hesapla aynı hesaba geliyorsun, sadece yuvarlanmış fiyatlar o kadar. İstanbul'daki Ikea'ya göre daha küçüktü ve aradığımız çoğu şeyi bulamadık. Bir ara gerçekten pes etmiştim. Bizim pencerelerimiz 290 cm, Korniş sistemleri ise maksimum 2 m, bizim yatağımız 150*190 ama bütün çarşafla 160 ya da 2'lik yataklara göre, banyo seti yok, duş perdesi yok... Yani buraya bir de Koçtaş gerekiyormuş. Alternatif bir yapı market'e ihtiyacımız var. Bir de kültablası sorunsalımız var ki zaten artık aramaktan vazgeçtik, aldığım orta boy tealight mumlukları kullanıyoruz. Ne Carrefour ne de Ikea'da böyle bir şey satılmıyordu. Kendi aramızda da değil satmak o ismi kullanmanın bile yasak olduğuna dair espriler yapıyoruz. alkol yasak ama galonla sigara satılan yerde nasıl oluyor da kültablası satılmaz anlamış değiliz. O kadar yorucu bir işti ki o Ikea alışverişi, önceden olsa belki koşa koşa gideceğim almak için yarışacağım yeri şu an bir daha görmek bile istemiyorum. Çünkü her şey ihtiyaç, her şey gerekli ama her şey zaten eski evimizde alınmış ve kullanılıyordu. Öyle güzel bir düzenimiz vardı ki orada, burada da malesef aynılarını almak zorunda kalıyorum ve var olan eşyalarımızdan tekrar alıyor olmanın saçmalığı beni sıkıyor.. yine gidip aynı şeyleri beğeniyorum, bir yandan aynılarını almamaya çalışarak en azından bir araya geldiklerinde -ki o ne zaman olacaksa- bir takım oluşturmaları için daha küçüğünü ya da bir değişiğini bulmak için çabalıyorum. Sonuç olarak toplamda 2.000 Dirhemlik bir alışverişin sonunda ne bitti eksikler ne de istediğim şeyler oldu. Ikea, Ikea gibi değildi, ev alışverişi alışveriş gibi değildi, çözmemiz gereken sorunlar 1 iken 5 oldu ve öylece çıktık oradan.. Oysa ki girip her şeyi bir yerden halledip çıkmamız gerekiyordu, evdeki hesap çarşıya uymadı.

Cumartesi yani haftanın ilk günü evimizin tesisat işleri için şirketin adamları sabahtan geldi. 2 adet hintli, fotoğraflarını çekmek çok istemiştim ama adamları korkutmamak için yapmadım. Bulaşık-Çamaşır makineleri bağlandı. Boy aynası, ocak arkası cam panel ve Tv takıldı. evi 3 defa su bastı hala da basmaya devam ediyor.. Nasıl yavaş ustalardı. ustanın yanındaki yardımcı amcasının oğlu falan olsa gerek; işsiz kalmış da para kazanmak için burada vakit geçiriyor gibiydi. O adam başka ne iş yapabilir bilemiyorum, hamal bile olamayacağı kesin. Dillerini anlamadığım için bir ara ciddi ciddi ikisinin farklı dilleri konuştuğuna karar verdim. Usta dübel istiyor adam çivi getiriyor, çivi istiyor o çekiç getiriyor ya da "git çeşmeler akıtıyor mu diye kontrol et" gibi bir şey söylüyor, adam henüz daha yerine takılmamış olan musluğun tesisatını açıp geliyor ve tabi ki her yer bir anda su oluyor!.. yani nasıl olur da kendi dilinden konuşan birini bu kadar yanlış anlayabilirsin. Bu tip kontrolsüz işlerde muhtemel doğabilecek yanlışlıklara ve beklemelere tahammülü olmayan bir insan olarak olmayan Hintçemle ben yardımcılık yapmaya başladım. Doğru uzunluktaki çivileri doğru dübellere takıp hazır ettim, delinecek yerleri ölçüp biçip işaretledim. Onlar ise geçen koca bir yarım günden sonra plazmayı su terazisi kullanarak dengeye aldıklarında gerçekten çok iyi usta olduklarını ima eden bir takım hareketler yapıp, birbirlerini tebrik ettiler. çıkarken geri bakıp bakıp yaptıkları işlerle gururlanıyordu. Aman allahım neredesiniz Türkiye'de ki ustalarım, bu Hintliler delirmiş olmalı ?!?..

Bugün yeni hattımı almış Efo, onu getirdi. 'Etisalat' cell :)) burada iki hat var, biri efo'nun kullandığı 'Du' diğeri ise daha çok Turkcell ayarýnda olan 'Etisalat'. Hemen kızlara mesaj attım ve çok kısa da olsa bir kaç satırlık yeni haberler aldım.

Pazar günü Digiturk'ümüz bağlandı. Buradaki 300. ya da 400. kaçak digi kullanıcısı olduğumuzu öğrenince tam bir Türk işi yaptığımıza kanaat getirdik. Ama biz ayda yine faturamızı normal tarifeden ödemeye devam ediyoruz ve bence Digiturk için bir şey fark etmiyor. Gelen hintliler ise Türkiye'de tam çingene işi diyeceğimiz türden bir pazarlık yaptılar. Gelmeden önce konuşmuş ve 350 Dirheme anlaşmış olmamıza rağmen iş bittiğinde extradan 30-50 dirhem kadar para istediler. Daha önceden bunun için tembihli olduğumuzdan Efo pazarlığa açık olmadığını belirtse de 10 dirhem için hala taksiyle buraya kadar geldiklerini evi tam olarak bilmedikleri için taksiyle dolaştıklarını anlatmaya çalışıyorlardı. Tam bir çingene gibi dayılanarak pazarlık etmeye çalışıyorlar. yani senden sebepsiz yere fazladan para istiyorlar ve bunu vermek zorundasın gibi konuşarak yapıyorlar. Tedirgin olmadım desem yalan olur. İki adam evimizin içindeler ve zaten hala onların o kapkara görüntülerine alışabilmiş değilim, bana hep korkutucu geliyorlar, kap kara gözlerle bana dik dik bakmaları bile beni huzursuz ederken bu tavırlarla para istemeleri kendimi çok güvensiz hissettirdi. Türkiye'de olsa bu konuşmanın arasına girip "hadi hadi yeter bu kadar" diye sonlandırabilirdim ama burada maalesef bir şeyler yapmak için kendimi hazır ve sahiplenmiş hissetmiyorum..

Pazartesi hemen hemen bütün günü Carrefour'da alışveriş yaparak geçirdim. Zaten bir markete gidip en ufak bir şey almak bile en az yarım saat sürer eminim. İlk defa tek başıma dışarıya çıktığım için oldukça heyecanlıydım. Tek başıma taksiye binmek ve bilmediğim yollardan sadece bir kere gittiğim bir yere gitmek insanı tedirgin ediyor. Caddeye çıkıp taksi beklemeye başladım, karşı yönden boş taksiler geçse de benim olduğum yönden neredeyse hiç geçmiyordu, yaklaşık 10 dakika bekledim, sonuna doğru ne güneş gözlüğüm ne de şapkam olduðu için belki de stresimin de etkisiyle nefes almakta zorlanmaya başladım. Benden daha sonra gidiş yönüne doğru ilerleyen bir genci taksinin beni geçip almasından sonra neredeyse ağlayacaktım. "Bu lanet çölde yoksa tek başına bir kadın taksiye alınmıyor muydu?" Yavaş yavaş eve dönmeye niyetlenirken bir taksi geldi ve daha terim soğumadan gideceğim yere geldim. 300 dirhemlik alışveriş sınırımla işe koyuldum. Zaten bütün gün yapacak bir işim olmadığından da hiç acele etmeden bütün reyonları tek tek gezdim. Tabi ki o kocaman marketin içinde bile aradıklarımı bulamadım. Bir Domestos, bir Doğadan Form almak bile bu kadar zor olabilir mi? tabi bunları türk markalarının isimleri ile söylüyorum, onları bulmak zaten imkansız da muadil şeyleri ayıklamak da o kadar imkansız gibi. Evet çok fazla çeşit var markette ama herşey ülkelere göre çeşitlenince market doluyor, benim için en temel olan şeyler ise eksik kalıyor. Çok fazla peynir, baharat, pirinç ya da et çeşidi var, her şey ülkelere göre ayrılmış durumda, herhangi bir şey almadan önce mutlaka üretim yerine bakmak artık adet haline geldi. Zaten meyveler ve sebzelerin de fiyatlarının yazdığı en üst kısımlarda nereden geldikleri yazıyor. taze nane, maydanoz ve semiz otu bulmak hele bir de üzerine küçük saksıda kokusu henüz kaybolmamış fesleğen bulmak beni çok mutlu etti. Malum sebze ve meyveler çok pahalı ve az bulunur olduğu için onları almak kadar evde bozulmadan saklamak da oldukça zor benim için. bir tek dalları bile kuruyup çürüdüğünde çok üzülüyorum. Ama taze nane ile bir salata yemek ya da sarımsaklı yoğurtlu semiz otu salatası kendimi taze sebze meyve dolu bahçelere yakın hissettiriyor :) tabi ki alışveriş sınırımı aşmışım ve kasaya geldiğimde aldığım çoğu şeyi geri bırakmak zorunda kaldım, yanıma kredi kartımı da almadığım için 3-4 saatimi harcadıktan sonra geri bir şeyler elemek çok zor oldu. Ama hata bende, ya yanıma extra para alacaktım ya da kredi kartımı, bomboş bir ev için alışveriş yapmaya çıktığımı ve her an herşeyi görüp ihtiyacımız olduğunu düşüneceğimi bilmem gerekirdi. Zorla da olsa 309 dirheme bu ikinci alışverişi kapatmış oldum. Taksiyle gitmek 4,75 dirhem, dönmek 7 dirhem tuttu.

Bugün ise daha şu tesisatçıların yaptığı yarım yamalak tesisat işlerini toparlayamadan, kulağım hala devamlı bir yerlerden gelebilecek muhtemel su seslerini dinlerken ve çoğunlukla doğru çıkarken, sabah duş başlığından akıyormuş gibi gelen bir su sesiyle uyandım. Heralde Efo çıkmadan duş aldı ve suyu tam kapatamadı, "hay allah nasıl da bu kadar açık bırakıp çıkabilmiş" diye düşünerek giderken kapısı açık olan banyonun tavanından akan şelaleyi gördüm. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. İlk önce sinir katsayım yükseldi, ardından ise durum çok komik gelmeye başladı. Her sıfırdan ev kurulurken olumsuzluklar ve aksilikler olmazsa olmazdır ya, hiç beklemediğiniz anlarda hiç beklemediğiniz şeyler görebilirsiniz, daha önceki evlerimde de aynı şeylerle karşılaştığımı ve bunun bir yeni yerleşme klasiği olduğunu, o zamanlarda ne kadar sinirlenirsen sinirlen işlerin daha kolay hal olmadığını hatta başkalarını doğurduğunu bunun için de işler kendiliğinden yoluna girene kadar sadece beklemek gerektiğini düşünerek kendimi rahatlattım. hala da öyle yapıyorum, zamanın geçerek herşeyin rayına oturmasını bekliyorum.


3 Haziran Perşembe

18:42
Bugün blog yazmaya yeniden başladığım gün. bundan önceki tüm yazıları bugün içinde yazdım. Yarın Cuma ve resmi tatil olduğu için bu akşam AbuDhabi'nin merkezindeki bir bara gitmeyi planlıyoruz. Yarın da ikea'ya gidip eksikleri tamamlayacağız. Mikrodalga tecrübelerim devam ediyor. Bugün bir köfte ve bir dilim patates yaktım. Mikrodalgada patates ve köfte pişmiyormuş öğrenmiş oldum :)



2 Haziran Çarşamba

Evin heryeri 60*60 parlak sütlü kahve seramiklerden oluşuyor. bu yüzden temizlemek çok kolay. ama henüz kilimimiz olmadığı için yere düşen herşey göze batıyor. hergün süpürüp siliyorum. çok eşyamız olmadığı için yarım saatte bitiveriyor. daha öğlenden yemek yapıyorum ve herşeyi hazır ediyorum. Efo 7 gibi eve geliyor. Bulaşık ve çamaşır makinamız henüz bağlı değil bunun için ustayı bekliyoruz. En yakın zamanda da Ikea'ya gidip eksiklerimizi tamamlamamız gerekiyor. Koltuklarımıza kılıfla başlayan uzun bir liste var. Henüz internetim ya da televizyonum yok. Türkiye'den arandığımda benden de kontör düştüğü için arayanları açamıyorum.
Turkcell gerçekten burada çok pahalı. benim arama yapmamın dakikası 7,5 tl, karşıdan aranmanın dakikası ise 2,4 tl, mesaj atma 1,5 tl. Yani şu an dünya ile hiçbir bağlantım yok. Efo'dan duyduğum kadarıyla Filistin'e giden insani yardımlaşma derneğinin gemisinde 20 kişi öldürülmüş. internet ve bana hat alınması için oturma izninin çıkması gerekiyor. Oturma izni neden bilmiyorum ama daha çıkmadığı için işlem yapamıyoruz. sanırım bu izinden sonra da tekrar ülkeye çıkış-giriş yapmamız gerekecek. gideceğimiz yer Türkiye mi olur yoksa başka bir yer mi bilmiyorum.
Bugün aylar sonra 3dmax çalışmaya başladım. Nasıl da unutmuşum tüm bildiklerimi..



1 Haziran Salı

Bugün yine temizlik ve yerleştirmeyle geçti. Yeni tencere setimi açtım. Mutfak dolaplarını temizledim. Banyoya girmek üzereyken aseton aramakla başlayan maceram tüm bavulu dolaba yerleştirmekle son buldu. gün içinde ev komşunun tutumuna göre soğuk olabiliyor. Onlar çok soğukda çalıştırdıklarında ben de salonu dengede tutmak için pencereleri açıyorum. hatta üşüdüğümde sanki sobanın başında ısınıyormuþş gibi sırayla önümü ve arkamı dönerek pencerenin önünde ısınyorum. Bu akşam Efo'nun özlediği gibi pilav yaptım. Elektrikli ocak kullanmaya yeni yeni alışıyorum. Prinçten mi yoksa ocaktan mı bilmiyorum ama kavrulmuş prinçler hiç de ümit vaat etmiyordu. neyse ki suyu döktükten sonra normale döndüler de alıştığımız Pilav tadına ulaştım, sanırım doğru tercih etmişim..


Bu dünyada taharet musluğunu doğru şekilde kullanan sadece biz miyiz acaba çok merak ediyorum. Bu şaşkınlığımı anlatmam lazım. Nedense müslüman ülkeye geldiğim için bizim gibi bir musluk kullanacaklarını sanmışım. ilk tuvalete girdiğimde klozetin yanındaki duş başlığını gördüm. normal duş başlığına göre 1/4 büyüklükte yanında çeşmesi olan bir şey. ilk düşündüğüm şey banyonun yerlerini yıkamak için olduğu idi. ne düşünceli adamlar bile demiş olabilirim içimden! ama taharet musluğunu açmak için sağ tarafa elimi attığımda anladım o başlığın ne işe yaradığını. Bir kere o kadar basınçlı ki ilk denememde baştan aşağıya su içinde kaldım. Bir erkek için kullanışlı olabilir ama bir kadın için bence felaket. hiç olmasaydı daha iyiydi. sanki her seferinde baştan aşağıya kıyafetlerimi değiştirmek zorunda kalacakmışım gibi hissediyorum.

Bu evdeki bazı şeyler lüx sınıfına giriyor, bazı temel sayabileceğim şeyler ise eksik.. Örneğin mikrodalgamız var ama buzdolabımız küçük ve nofrost değil. LCD HD televizyonumuz var ama gardroplarımız küçük ya da tuvalet masası gibi kullanacağım bir dolap yok. Büyük denebilecek bir orta sehpamız var ama mutfakta bulaşık makinasının tezgahın altına girebileceği yer yok. aklıma geldikçe bu örnekleri çoğaltabilirim.. bu durum bana komik bile geliyor.. :)



yeni evimiz

31 Mayıs Pazartesi
Sabah Efo işe gittikten sonra "Bir yeri sahiplenmenin en iyi yolu orayı temizlemektir" sloganımla işe koyuluyorum. önce ince hesaplar ile eşyaları düzenliyorum, ardından dip bucak temizlik.. Ev eski değil, Sadece bazı mantık hataları var. Bu bina aslında dışarıdan kocaman bir konak görüntüsünde, 3 katlı. ama sanırım bizim gibiler için binayı paramparça etmişler. Apartman kapısı aslında villanın giriş kapısı. Bizim evimizin kapısı ise aslında içeriden ve dışarıdan açmak için kolu olan, odalardan birinin kapısı. 1+1 evde 2 adet giriþ kapımız var. odalar kendinden klimalı ama salonu biz, yatak odasını komşularımızdan biri kontrol ediyor. günün sonunda ev Ikea örnek odalarına dönüşüyor. herşeyimiz olması gerektiği yerde, fazlası yok. Tek eksik erzak ve burada yaşadığımızı belli edecek eşyalar, objeler..


Akşam buraya en yakın market olan Carrefour'a gidiyoruz. Oldukça büyük bir yer, 2 katlı. alışveriş yapmak ise çok yorucu. bir sürü bilmediğimiz kelime arasına sıkışıp kalmışız sanki. Baharat reyonundaki bir kutunun üzerindeki kelimenin sözlükten bakıp da Kimyon olduğunu öğrendiğimde ki çığlığım unutulmazdı! sanki "işte yeni icadımız, etlerle en uyumlu baharatlardan biri olacak olan KIMYON!" der gibiydim, ardından şöyle bir sarılmayı da ihmal etmedim sanırım. Tanıdığımız hiç bir marka yok, olsa bile hep daha pahalı. Istanbul'da pahalı markalar kullandığımızı bilmiyordum. Ette bile Turkiye eti daha pahalı. Pirinç seçmek zor oldu çünkü bizim dışımızda Japonlar, Çinliler, Hintler, Araplar da malesef pirinci çok seviyorlar. Çeşit çeşit büyüklükte ve renkte pirinçler gördüm. Sonunda bizim pirinçlere en benzer görüntüde olan bir U.S.A princini tercih ettim. Soslar oldukça fazla ama yanlış yapma riski oldukça yüksek. Ben de sadece bir risk alarak yeni tadları keşfetme isteğim ile Heinz'in sapsarı rengi olan Piccalilli - Pickle diye bir sosunu aldım. Made in Holland. sonradan denediğimde farkettim ki kokusu berbat olsa da tanıdık bir tat. soğukken değil ama ısıtıldığında sandviç içindeyken Mcdonalds ya da Burger'da yediğimiz hamburgerlerin içindeki o hafif acımtırak tada benziyor. Sebzeler oldukça pahalı biz Türkiye'de domatese en fazla 3 lira verirken burada kilosu yaklaşık 18 dirhem. yeni fiyat karşılaştırma metodum Efo'dan öğrendiğim şekilde Dirhemi 2'ye bölüp çok az daha altını düşünmek. Yani Domates'in kilosu yaklaşık 9 lira! diğer sebzeler de aynı şekilde. Türkiye'den sadece Limon alabildim, o da 2 adet. Çok açık giyinmememe rağmen ki bunu da etrafta gördüğüm bir kaç kızın kıyafetine bakıp söylüyorum -gerçekten çok çok mini elbiseler giymişlerdi- nedense Arap olduğunu sandığım kişilerin bana doğru dik bakışlarını yakaladım. üzerimde sadece bir kot ve atlet body vardı. sanırım tenimin renginin açık olması ya da renkli gözlü olmam ilginç geldi. umarım kıyafetim ile ilgili değildir. Tefal'in kampanyasından yararlanıp 9 parça tencere + full kepçe setini 399 AED'ye aldık. toplamda bu alışverişimiz 257 $'a çıktı.





uçuş günü

30.05.2010
Gidiş günü geldi çattı. son vedalar, son sarılışlar, son sözler.. gözlerimi kırpmaktan bile korkuyordum sanki ya daha az görürsem İstanbul'u diye. bu kadar mı güzeldi Osmanbey, böyle güzel esermiydi rüzgar.. boğazımda hep bir yumru. ne çıkabildi ne bitebildi. tedirginlik hali bu olsa gerekti.. annelerin havaalanına gelmelerini istemedim, gidemem diye.. sadece bizim kızlar; bırakılan dostlar, özlenecek olanlar. gözlerine bakmamaya çalıştım, ağlarım diye..

Havalanına 4 kızla gelmemek gerekiyormuş.. :)) her kafadan ayrı ses çıkıyor. ben zaten boş boş bakıyorum etrafa, daha bu gerçek mi şaka mı noktasındayım, çekenin elinde kalıyorum.. Atatürk havalimanında ilk güvenlik kontrolünde tabi ki beklediğim üzere açtırdılar bavulu. "bunun içinde ne elektronik cihazı var?" "walla bir kadının sahip olması gereken bütün şeyler var, şeyy ben taşınıyorum da bilmediğim diyarlara, az da deliyim işte aldım herşeyimi yanıma, saçlarım daha 4-5 numaradan hallice ama saç düzleştirici var mesala, he tabi bi de saç maşası, uzadığında kullanırım belki. Sonraaa fön makinası bak onu bıraktım zannediyordum ama hayy allah burada kalmış, bi de zayıflayacağım oraya gidince masaj aleti de var o yüzden.." tabi ki sadece "herşey" demekle yetindim. neyse açtık, bakıldı. hafif yalvaran bir ifade ile atlattık ilk etabı. zaten kendimi çoktan kurdum yalvarmaya.. herkese yalvaracağım, yeter ki gideyim artık..

Kontuarımız açılmış. sıra da 2. etap.. El bagajını sorunsuz içeri sokma ve asıl bagajı kabul ettirme yeri. En masum, en salon hanımefendisi, en sakin halim ile karşınızdayım işte. Cümlelerim çoktan hazır. ilk bagajımızı verdik, kilo göstergesine bakamıyorum bile. zaten haberim bile yok sınır kaç kiloymuş ki? hiiçç tartmadım bile. o içeriye yol aldı. tam atlattık derken sevgili işgüzar arkadaşlarımdan birinin sesi duyuldu arkadan. "şeyy, pardon, el bagajımız da vardı ama ona etiket yapıştırmayacak mısınız?" neeeeee... bu bir şaka olmalı!. yok yok söylenmedi böyle bir şey ben yanlış duyuyorumdur. ama yine de arkamı dönüp bir bakayım ben. Malesef bu sesi de sesin sahibini de tanıyorum ve o elinde benim zaten heybetiyle kendini ve ağırlığını belli eden bavulumla duruyor. Araya girmeye çalışsam da bavul gözüktü bir kere. "getirin tartalım bakalım" diyorlar. Bilmiş bir edayla "yok canım gerek yok, o zaten elimde gidecek" desem de bavulum tartıya çıkıyor bile.. ben daha tartı son rakamı göstermeden başlıyorum ezberimi okumaya. "orada visit visa olarak görebilirsiniz ama ben 3-4 seneliğine taşınıyorum oraya. o yüzden rica ediyorum sizden biraz tolerans gösterin. zaten fazladan size verecek param da yok :(" cevap olarak; "hanfendi zaten biz size tolerans gösterdik. 30 kg olan bagajınız 37 geldi. 7 olması gereken el bagajınız ise şu an 13 kg. hem zaten biz izin versek bile uçağın kapısında almazlar" deniyor. tabi ki cevabım hazır; "siz izin verin. ben orada da rica ederim. çünkü gerçekten başka yapacak bir şeyim yok" tabi bu arada yine araya bi takım kız sesleri giriyor ve ardı arkasına açıklamalar geliyor "zaten çıkartacak bir şeyimiz kalmadı. artık elenecek bir şey yok.." bu anlarda konuşmak mı daha iyi yoksa susmak mı bilemiyorum.. cevap olumlu oluyor. Uçağın kapısına erteleniyor ikinci bavul stresi..

Daha bir buçuk saat var ama ben artık gitmekten yanayım. geç kalmak en son istediğim şey. daha başıma neler geleceğini bilmiyorum, hemen yüzleşmem lazım.. Böylece pasaport kontrolüne doğru yol alıyoruz. son fotoğraflar burada çekilecekmiş.. çok konuşamadan, bol teşekkürler ile ilerliyorum elimde evraklar. içeride bambaşka bir dünya var sanki. Allice harikalar diyarında başlayacak mı birazdan? doğruca kapıya gidiyorum. 1 yanlış turdan sonra buluyorum doğru yeri. koltuğuma kuruluyorum. gözüm görevlilerde. iyi insanlara benziyorlar. heralde sorun çıkarmazlar bavuluma. sonra gizli bakışlar atıyorum yol arkadaşlarıma. benden daha büyük bavulu olanlar var bence. bir iki tanesini gözüme kestiriyorum ki eğer görevli sorun çıkarırsa carlayabilirim benden başkaları da var diye. Bu arada bu elbiseyi de aldım ama hiç de uygun değilmiş bavul taşımaya, uçağa binmeye. yürürken ya etek tekerleğin altında kalıyor ya da straplez üstü sınırlara yaklaşıyor.. demek ki alışveriş tutkusu yanlış kararlar verdirebiliyormuş insana. Kontrol edebildiklerim dışarıda, kontrol edemediklerim içimdeymiş..

Kalabalığa karışıp giriyorum uçak yoluna. sorgu sual yok, ne mutlu bana! kapıda kabin ekibinden espriler ile karşılanıyorum. "I think, your children is in the laggage" diyor delikanlı, hafifçe tebessüm edip ilerliyorum koltuğuma, bu konuyu dillendirmeye pek niyetim yok. Canım kırmızı bavulumu cuk diye sığdırıyorum yerine, aslında daha boş yerim bile varmış :P Efocum sağ olsun online check-in sırasında değiştirmiş yerimi, yanındaki iki koltuk da boş olan sol taraf pencere kenarını seçmiş. Tam benlik! bu bekleme sırasında bir kaç fotoğraf çekiyorum. Yakında yeniden başlayacağım bloguma ekleme heyecanıyla. Uçakta çok az yabancı var. çoğu kişi Türk, daha da rahatım artık. Efo kulaklığın kablosunu nereye takacağımı bile anlatmıştı binmeden. o zor bulmuş ben sıkıntı çekmeyeyim diye. :) dediği kadar da varmış. çok doğru yerde ama alışık olmadığımız şekilde sağ kol yerinin ön kısmında. şimdi relax olma zamanı. hemen çözüyorum touch ekranı, kanalları.



Uçağın altındaki ve önündeki kameralardan izleyebiliyorsun yolu. geçen hafta abimlerin yanına giderken otobüste görmüştüm de yol izleme kanalını çok şaşırmıştım. buna şaşırmıyorum artık. :P müzik dinlemek beni daha çok mutlu edecek hem belki uyurum da. sabah 7'de kalktığım için uykumu uçağa saklamıştım. Zira en uzun uçuşum olacak, 4 saat. ama ondan önce yemek gelse artık. Önce menü geliyor. herşey ağzıma layık. sabırsızca bekliyorum yemeğimi. etrafı kesiyorum devamlı benden önce yemeye başlayan var mı diye. beklemek lazım.. daha önceden eski patronum rahmetli Ali Eron'dan dinlemiştim; böyle uzun yolculuklarda (tabi onun bu yolculukları genelde LasVegas'a olurdu) hemen kendine bir viski sipariş ettiğini. ben de hemen alkol alma heyecanıyla yanıp tutuşuyorum. şeriat kuralları olan bir ülkeye sarhoş girmek değil tabi amacım ama bir kutu soğuk bira da tavuğun yanında çok güzel gider.. :) enfes yemekler ve alternatif 3 bira markasından tanıdığım tek marka olan Heineken biram, kulağımda yeni keşfettiğim Japenese şarkıcı Mayuka ile keyfime diyecek yok. yemekten sonra yandaki koltukların kolluklarını da kaldırıp uzanıveriyorum, süpersonik ısıtan şalımı da üzerime örtüp. benim gibiler için uzaktan kumanda bile varmış, yattığım yerden kontrol ediyorum herşeyi. tek ekranla yetinmeyip yandaki koltuğun ekranını da açıyorum. bi taraftan yeni bir filme başlıyorum diğer yandan nerede olduğumuza bakıyorum. Sanırım bu Emiratesden hiç çıkmasam olur, burada yaşayabilirim bir müddet, hem zaten alıştım 3 aydır göçebe hayatına.. :) şimdi tek derdim, ülkeye girişte görevlilerin zorluk çıkarmaması..



Yarım saat kadar uyuyabiliyorum sadece. uyandıktan hemen sonra alçalmaya başlıyoruz. Ve Dubai ayaklarımın altında, rengarenk parlıyor, sanırım gerçekten yaklaşıyorum yeni hayatıma.. çıkışta kalabalığa karışıp ilerliyorum. yolumu kaybetmem imkansız, bir sürü Türk var ve çoğu kişi benden çok bilmiyor yolları. hep birlikte geliyoruz vize kontrolüne. göz taraması yaptırmam gerektiğini biliyorum ama bir yanlış yönlenmeyle geliyorum görevlinin karşısına. ilk kez bir Arap'ın ağzından ismimi telaffuz ettiğini duyuyorum. çok içten söylüyor sanki ya da bana öyle geliyor. dönüyorum tekrar geri göz tarama sırasına. burada da herkes Türk. hadi ben takıldım kocamın peşine geldim bu çöllere, bu kadar insanın ne işi var burada diye düşünmekten kendimi alamıyorum. ilk bulduğum sıraya giriyorum. zaten 2 sıra var. sonradan fark ediyorum doğru sıraya girdiğimi. önümdeki kadın yan sıradaki oğluyla konuşurken düşünüyorum; öne geçmek için bir kurnazlık mı yapmışlar da ayrılmışlar diye. Gerçek, kolonun üzerinde beni bekliyor. kocaman bizim sırayı gösteren bir ok ve üzerinde "Ladies Only" yazıyor!. işte o an etrafıma bakıyorum gerçek anlamda. Bir sürü yerel kıyafetleriyle beyaz uzun elbiseli kafası sarıklı adamlar dolaşıyor etrafta. sıranın sonunda beni bekleyen masa başında oturanlar da yine aynı.. Hoşgeldin U.A.E'ye !..

Orada ülkeye girişte sorun çıkıp çıkmayacağı endişemden kurtuluyorum çünkü bundan önceki ilk ve son yurtdışı seyahatim Belçika'ya idi. orada meymenetsiz soğuk mu soğuk bir adam önce dakikalarca bir fotoğrafa bir yüzüme baktıktan sonra, sorguya çekip sanki hemen sizi geri göndereceğim tavrıyla konuşmuştu. bir sürü soru sormuştu. buradaki görevliler onlara hiç benzemiyor. sanki bu kontrolleri yapıyorlar ama bizim ülkemizde ki memur mantığı dediğimiz şekilde. elleri işliyor gözleri başka yerlerde, arkadaşlarıyla muhabbetteler. pek umurlarında değil yani benim ülkelerine girmem ya da çıkmam ya da hiç gelmemiş olmam..

Bu işi de halledip vize ve pasaport kontrolüne geliyorum. sadece tek bir soru soruyor görevli. "Dubai'de hangi otelde kalacaksın?" kısaca açıklıyorum. Eşimin Abudhabi'de yaşadığını ve onun yanına geldiğimi. Cevabımı bile tam bitiremeden alıyorum evraklarımı elime. Bu sırada vakit kaybettiğim için çoğu kişi bavulunu alıp çıkmış. Daha çok az beklemişken görevli yanıma gelip bir sorun olup olmadığını soruyor. sorun olmadığını, henüz yeni geldiğimi söylememe rağmen bagaj kuponumu alıp telsiz ile anons ediyor. zaten bu sırada da bavulum gözüküyor karşıdan. benden önce koşup bavulumu indiriyor. umarım bu ülkede herkes böyle kibardır diye umuyorum. şimdi ilk iş FreeShop'tan içki stoğu yapmak. 4 şişe sınırımı sonuna kadar kullanıyorum. 1 Chivaz Regal + 1 Black Label + 1 Absolut Vodka + 1 Jose Juervo Especial Tequila için toplam 100 $ ödeyerek ayrılıyorum.

Çıkış kapısının yakınında bir bavul kontrolünden daha geçiyorum. ama sadece büyük bavulumu cihazdan geçiriyorlar. tekrar bavul arabama yerleştirip yürümeye devam ediyorum. Ve kocacım nasıl yakışıklı nasıl tanıdık ama bir o kadar da yabancı haliyle beni bekliyor. sanki bir baþkası, sanki çok değişmiş. eminim bu dakikalarda o da benim için aynı şeyleri düşünüyor. Havaalanından çıktığımı yüzüme vuran sıcak rüzgarla anlıyorum. Sanki çok az daha dışarıda kalsak nefessiz kalacakmışım gibi geliyor. Hava şimdi iyi diyorlar, hiç sıcak değil! :S neyse, tepki vermemek lazım bir bildikleri vardır heralde.

Şirket arabasıyla Abudhabi'ye doğru yola çıkıyoruz. yol telefonla konuşarak ve geldiğimi haber vererek ve Efo'yu gelişmelerden haberdar ederek geçiyor. Etrafıma çok da dikkat etmiyorum. Artık burdayım nasıl olsa. gezecek bakacak çok vaktim olacak. yaklaşık 1 saat yolculuktan sonra evimize geliyoruz. beklediğimden çok daha büyük bir ev. içimde sanki yazlık evimize gelmişiz gibi bir his var..